26.09.2013 Perşembe
Kalk borusu saat 04.00 da çalıyor. Priştina uçağımızın kalkış saati 07.40. 1 saat 20 dakikalık bir uçuştan sonra Priştina Adem Jashari havaalanına iniyoruz. Adem Jashari savaş sırasında Kosova Özgürlük Ordusunun kurucusuymuş. Minicik bir havaalanı. Pasaport kontrolünden geçiyoruz. “Hojgeldiniz” diyor polis. Dekorumuz başarısız gelmiş. Binadan çıkıyoruz. Bizi karşılamaya gelen hiç kimse yok. Kosova’daki BM gücünde görevli Türk askerleri var alanda, yolcu bekliyorlar. Yurtdışında Türk askeri görmek tuhaf oluyor, doğrudan savaşa işaret ediyor. Askerler hemen Şehsuvar’ın çevresini sarıyorlar. Onların yolcusu geliyor, gidiyorlar. Bizi karşılamaya gelen yok. Tiyatroya telefon ediyoruz, telefona cevap veren kişiyle anlaşamıyoruz. Bekliyoruz. İngilizce bilen birini kestiriyoruz gözümüze. Derdimizi anlatıyoruz, tiyatroyu aramasını rica ediyoruz. Daha sonra tanık olacağımız üzre Priştinanın çoğunluğu gibi Türkçe biliyorlar, en azından anlıyorlar ve en az bir ker Türkiye’ye gitmişler. Sonunda bizi almak üzere bir arabanın yolda olduğunu öğreniyoruz.
Havaalanı şehir güzergahında oldukça yoksul, bakımsız bir ülke akıyor iki yanımızdan. Hiç bir okumaya izin vermeyen karmakarışık bir mimari. Osmanlı’nın izi bile yok. Şoförümüz Muharrem, Karagöz’deki Arnavut gibi konuşuyor aynen: “cidiy misin” diyor, “celiy misin” diyor. Önce dodona teatri’ye uğrayıp dekorumuzu bırakıyoruz. Küçük, şipşirin bir tiyatro. Sıcak bir karşılama. Tiyatroda birer Türk kahvesi içtikten sonra otele geliyoruz. Kötü bir otel, odalar çok rahatsız. Eşyalarımızı bırakıp 12.00 deki oyunu izlemek üzere yine tiyatroya gidiyoruz. Küçük esnaf dükkanları çoğunlukta. Çoğu Türkçe, ama yazılışları başka (yorganchi, teneqetor, qebaptor vb.) Türkler burada da dönerci mertebesinde. Çok açık, ama yemek oyundan sonra yenecek. Ara kayıntı olarak bir fırından leziz mi leziz hamur işleri alıyoruz. Tiyatroda Makedonya’da tanıştığımız yönetmen kendi deyimiyle “priştinalı melihat” la karşılaşıyoruz. Onun yönettiği ve festivalin açılış oyunu olan gösteri sırasında belediye zabıtaları basmış tiyatroyu, salona girip belediye başkanının adını slogan şeklinde çığırmışlar, oyun yarım kalmış. Priştinalı Melihat’ın keyifsiz. İzlediğimiz ilk oyun Arnavutluk’tan, Tiran’dan. Oyunun sonunda bayrak açmaya kadar varan, Arnavutluğun simgesi iki Kartal’ın efsanesini anlatan, milliyetçi esintiler taşıyan bir oyun. Kuklaların yanı sıra oyuncular da play back konuşuyorlar. Uyukluyoruz. Otele dönüp o güne özgü olmak üzer çok geç gelen (otelin kendi mutfağı yok, yemek bir catering şirketi tarafından getiriliyor: Ragibi) lezzetli yemeği yiyoruz. Öğleden sonra uzun bir uyku çekiyoruz.
19.00 da Makedonya ‘dan Babec tiyatronun oyununu izliyoruz. Oscar Wilde’ın bir öyküsünden uyarlama oyunda teknik (çeşitli perdelerin sayısız kez açılıp kapanması, kara tiyatro, projeksiyon) oyuncuların ve oyunun ayağına dolanıyor, oyunun alımlanmasını güçleştiriyor. Oyundan sonra Priştina ortamlarına akıyoruz. Sağlımsollu lokantaların ve cafelerin sıraladığı yaya bölgesini tavaf ediyoruz, burası şehir merkezi. Işıl ışıl değil, kıpır kıpır değil, bangır bangır hiç değil. Bir lokantaya çörekleniyoruz. Kararta gelen kırmızı şarabımızı sağlığa yudumluyoruz.
27.09.2013
Sabah kahvaltısından sonra -yaşasın teknoloji- günlük bilgisayar işlerimi hallederken Tuncel Kurtiz’in ölüm haberi geliyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi duran bir adam. Ölmüş.
12.00 de Bulgaristan’ın oyunu izliyoruz. Dünyanın çeşitli ülkelerin tipik kritik özelliklerinin (müzik, dans vb.) el kuklalarıyla ortaya konduğu eğlenceli bir oyun izliyoruz. Şehir içinde uzun bir yürüyüşten sonra öğle yemeği yiyoruz: şahane bir gulaş! Ardından müzeye gidiyoruz. Müzenin alt katı antik çağlara, üst katı ise Kosova’nın yakın tarihine ayrılmış. Kendilerini Sırp mezaliminden kurtardıklarını sandıkları NATO ve ABD’ye methiye düzen bir düzenleme var ikinci katta. NATO’nun attığı bombaların parçaları bile sergileniyor, ama özellikle üst katta her yer ve her şey toz içinde, bakımsızlıktan dökülüyor. Priştina’nın en eski camileri Sultan Murat (muhteşem bir yapı ve kullanılmıyor) ve Fatih camilerini (türkler tarafından yenilenmiş ve hiç bir özeliği kalmamış), müze olmak üzere restore edilen hamamı görüyoruz. Bir Cafe’de dinleniyoruz. Yaya bölgesinde el işi pazarı var. Şehsuvar’ı Priştina’da gördüğüne alabildiğine şaşırdığını söyleyen esnaftan alış veriş yapıyoruz.
Aslında balkonları cam kaplama işiyle iştigal eden Rizeli pizzacının da Şehsuvar’ı bilgilendirdiği üzre Kosova’da tarım yok, hayvancılık yok, sanayi yok, madencilik yok, turizm yok. Çalışmayı sevmiyorlar, iş beğenmiyorlar. Avrupa’da çalışan soydaşlarının gönderdikleri paralarla yaşıyorlar. Ve tüm bu koşullarda para birimleri Euro. Bu durumun değişmesinden yana gözükmüyorlar. NATO ve ABD bir süre katliama izin verdikten sonra Kosova’yı kurtaran adam rolünü oynamış, sonra da yarı yarıya Avrupa’ya yarı yarıya kendi haline bırakmış. Avrupa ise Kosovalılar’ı kendi coğrafyasında çalıştırmakla ülkeyi dolaylı olarak beslemekle yetiniyor şimdilik. Çokça Alman arabası var şehirde: Opel, audi, volkswagen, bmw. Önemli bir komünist araba kullanmayı içselleştirmiş olmaları, trafikte yayalar hep öncelikli, yaya geçidinde arabalar her zaman yayaya yol veriyorlar.
19.00daki oyun Hırvatların. Daha önce Manastır’da izlediğimiz oyunu bu kez de çok beğeniyoruz. Her tarafında iğneler olduğu için diğer iki soyları tarafından gösteriye dahil edilmeyen iğneli soytarının öyküsü. Oyundan gülümseyerek çıkıyoruz. Akşam yemeğinde yerli şarap içiyoruz. Yarın biz oynayacağız. Heyecanlıyız.
28.09.2013
Evet, bugün oyunumuz var. 12.00 deki oyunu izlemeye gidiyoruz. Meğer kısa bir oyunmuş, iki oyun üst üste oynayacaklarmış, birincisi başlamış bile, ikincisi 12.30da başlayacakmış. Dışarıda mahşeri bir kalabalık var, bir o kadar da içerde varmış. Kısacası bir karmaşa var, bizim olup biteni öğrenmemiz zaman alıyor, sonunda festivalden biri geliyor ve açıklama yapıyor. Kantinde beklemeye koyuluyoruz. Turgut Özakman’ın ölüm haberi geliyor. boğazımız düğümleniyor. Priştana’da iki sabah uyandık, iki sabah ölüm haberi geldi. Üçüncüsüne uyanmasak mı acaba?
13.30 da salona giriyoruz ve dekoru kurmaya, hazırlanmaya başlıyoruz. Tiyatroda, sahnede, kulislerde her şey eski, bakımsız, ama daha önemlisi her şey ve her yer pis. İtalyan bir akış provası da aldıktan sonra hazırız. 19.00’da başlıyor oyun. Salon dolu. Bir yıl önce Makedonya da oynadığımızda teknik bir zorunluluktan oyunun dramaturgisini değiştirmiş, cd çaları idare eden Ayşe’yi oyuncu oyuna katmıştık, böylece yeni bir oyunumuz olmuştu. Bu yeni haliyle oynuyoruz oyunu. Seyirci izlemiyor, hiç susmadan konuşuyor. Oyun çalışmıyor. Ne yapsak olmuyor. Yavaşlıyoruz, hızlanıyoruz, duruyoruz, olmuyor, olmuyor… Oyunun yeni halini geliştirmeye çalışıyoruz biz de. Oyun bittiğinde mutsuzuz. O kadar mutsuzuz ki, dekoru sökmemiz ve uçağa binecek biçimde paketlerimiz yarım saat sürüyor. Tiyatronun üst katında kapanış partisi varmış. Oraya gidiyoruz. Biz içeri girince alkışlıyorlar, çok utanıyoruz, alkışlanacak bir oyun oynamadık. Canlı müzik var, belli ki sevilen parçalar çalıp söylüyorlar, herkes eşlik ediyor. Derken kalkıp oynamaya başlıyorlar, çok eğleniyorlar, ayak uydurmaya, eşlik etmeye çalışıyoruz. Artık kalkmaya karar verdiğimizde otelde bizim için yemek beklettiklerini öğreniyoruz. Yine utanıyoruz. Otelde bir-iki lokma yedikten ve yat zıbar içkilerimizi içtikten sonra yatıp zıbarıyoruz.
29.09.2013
Bu akşam dönüyoruz. Öğleden sonra nasıl zaman geçireceğimizi bilemeden otel lobisinde pinekliyoruz. Biraz dolanıyoruz. Öğle yemeğinde vatanına geldik diyerek Elbasan tava yiyelim diyoruz, son derece başarısız bir Elbasan tavayla yetinmek zorunda kalıyoruz. Zaman geçmek bilmiyor, sonunda muharremle havaalanına doğru yola çıkıyoruz. Bu arada Yeşilköy de THY grevine destek verenlere polisin saldırdığını öğreniyoruz. Dönüyoruz.